Bir milletin hafızası, onun kültürüdür. Gelenekleri, dili, sanatı, müziği, edebiyatı, inanç yapısı ve tarihsel birikimi, o toplumu toplum yapan temel taşlardır. Ancak son yıllarda sıklıkla duyduğumuz bir kavram var: kültür yozlaşması. Peki nedir bu yozlaşma? Sessiz ve derinden gelen bir kimlik kaybı mı, yoksa çağın gerekliliklerine uyum sağlama çabası mı?
Kültür yozlaşması, bir toplumun kendi kültürel değerlerinden uzaklaşması ve yabancı kültürlerin etkisi altında, öz benliğini kaybetmesi olarak tanımlanabilir. Elbette kültürler arası etkileşim kaçınılmazdır, hatta sağlıklı bir gelişim için gereklidir. Ancak bu etkileşim, bir taklitçiliğe, hatta aşağılık kompleksine dönüştüğünde, işte o zaman tehlike çanları çalmaya başlar.
Özellikle küreselleşmenin ve dijitalleşmenin hız kazandığı bu dönemde, yerel kültürlerin küresel kültür karşısında eridiğine tanıklık ediyoruz. Gençler arasında popüler olan birçok akım, moda, müzik türü ya da yaşam tarzı, artık Batı merkezli kültürlerin birebir yansıması. Geleneksel kıyafetler yerine markalı giysiler, halk müziği yerine elektronik beat’ler, yerli mutfak yerine fast food tercih ediliyor. Elbette bu tercihler bireysel özgürlüklere girmez; ancak mesele sadece tercihlerden ibaret değil. Asıl sorun, kendi değerlerini değersiz, başkalarınınkini daha “modern” ve “kaliteli” görme eğilimidir.
Kültürel yozlaşmanın bir başka boyutu da dilde yaşanıyor. Özellikle sosyal medyada kullanılan dil, Türkçemizin yapısını bozmaya, anlam bütünlüğünü zedelemeye başladı. “Like atmak”, “story paylaşmak”, “cancel culture”, “cringe olmak” gibi ifadeler, artık günlük konuşmaların sıradan bir parçası haline geldi. Dilin bozulması, düşüncenin de bozulması demektir. Çünkü bir millet, diliyle düşünür, diliyle üretir.
Peki çözüm ne? Yasaklar mı koymalıyız? Hayır. Kültür, yasaklarla korunmaz; yaşatılarak, değer verilerek, yeni nesillere aktararak korunur. Gençlerimize kendi kültürlerinin ne kadar zengin ve anlamlı olduğunu anlatmalı, bunu sadece sözle değil; müzikle, sinemayla, edebiyatla, teknolojik araçlarla göstermeliyiz. Kendi hikâyemizi kendimiz anlatmazsak, başkaları bizim yerimize yazar o hikâyeyi. Ve o zaman, biz o hikâyede sadece figüran oluruz.
Unutmayalım: Kültür, geçmişin yükü değil; geleceğin pusulasıdır. O pusulayı kaybetmeden, çağın rüzgarına karşı dimdik durabilmeliyiz. Sağlıcakla Kalın…